Kâdiriyye


Sırlı Bir Kâdirî Şeyhi, Filibeli Edhem Efendi
Edhem Efendi, Hatîce Cenan Hanım ile Ken’ân Rifâî’nin mânevî eğitimi ile şahsî olarak ilgilenmiş, Filibe’de ikamet eden bir Kādirî şeyhidir. Tekke şeyhliği vazifesi yoktur. Bulgar isyanından sonra İstanbul Eminönü Posta Nezâreti’ne memur olarak tayin edilmiştir.Kaynaklarda melihü’l-vech (güzel yüzlü) bir zat olarak tarif edilir. Nezihe Araz, Filibeli Edhem Efendi’yi anlatırken gizemli bir sûfî portresi çizer. Anlatımlara göre Edhem Efendi aşklı, feyizli, esrarlıdır ve bu özellikleri ile Şems-i Tebrîzî’yi hatırlatır.
Rifâî’nin anlatımındaki Edhem Efendi kemâl sahibi bir zat olup, mânâsında Hz. Peygamber’in sîreti gizlidir. Her nefes Allah zikri ile meşgul ve Allah’ın adı anıldığında gözlerinden yaşlar dökülen Edhem Efendi, Rifâî tarafından kanaatkâr, âlicenâb ve cömert kişiliğiyle tarif edilmiştir.

Kâdirî Sülûku ve Riyâzet
Ken’ân Rifâî’nin Maârif’te çalışmaya başladığı 1889-90 senesi, onun tasavvufa intisap ettiği zaman dilimi olarak kabul edilebilir. Balıkesir’deki görevine başlamasının hemen öncesinde Filibeli Edhem Efendi’nin mânevî terbiyesine girer. Filibeli Edhem Efendi de onunla birlikte Balıkesir’e gelir.Ken’ân Rifâî’nin Balıkesir’de aldığı mânevî terbiyeye bakıldığında, iki temel hususun öne çıktığı görülür: Kādirî sülûku ve riyâzet. Mürşidi Filibeli Edhem Efendi’nin gözetiminde seyrüsülûkunu tamamlayan Rifâî, bu esnada kuru ekmek ve zeytinden ibaret olan bir perhize devam eder. Riyâzet, mânevî gelişimine hız vermenin yanı sıra onu hayat boyu karşısına çıkabilecek zor şartlara karşı kuvvetlendirmek gayesi taşımaktadır.
Ken’ân Rifâî, Balıkesir’de iken şeyhinin emri ile ney meşki ve mûsikî tahsiline başlamıştır. Mevcut bilgilere göre, her ikisinde de kısa sürede ilerleme kaydetmiştir. Rifâî, bu dönemde yaşadığı mânevî tecrübeyi, “Gittikçe dünyâya yeni çıktığımı ve öğrenilecek, bilinecek çok yer olduğunu ve o âna kadar bildiklerimin bir zarf-ı hâriciden ibâret bulunduğunu anlamakta idim.” sözleriyle dile getirmiştir.
Edhem Efendi; Hatîce Cenan Hanım ve Ken’ân Rifâî’ye olan irşad vazifesini tamamlamasından sonra, vefat edeceğine dair bir işaret almış, ardından kırk beş yaşında cemâle yürümüştür.

Kâdiriyye
Abdülkādir-i Geylânî’ye (ö. 561/1165-66) nisbet edilen İslâm dünyasının ilk ve en yaygın tarîkati.Gîlân’da (Geylân) dünyaya gelen, dinî ilimleri Bağdat’ta tahsil ettikten sonra tasavvufa yönelen Abdülkādir-i Geylânî’nin müderris ve vâiz olması geniş bir çevrede tanınmasında ve görüşlerinin kabul görüp yayılmasında etkili olmuştur. Kādiriyye tarîkati, Irak başta olmak üzere İslâm dünyasının hemen her tarafında yayılmıştır.
Kādiriyye’nin Anadolu’ya gelişi, XV. yüzyılda, Abdülkādir-i Geylânî’nin soyundan Hüseyin el-Hamevî’den hilâfet alan Eşrefoğlu Rûmî ile vücut bulmuştur. Başta İstanbul olmak üzere, Anadolu ve Balkanlar’da yaygınlık kazanmıştır.
Geylânî vasiyetinde oğluna dinin emir ve yasaklarına titizlikle uymasını, takvâ sahibi olmasını öğütledikten sonra tarîkatinin Kitap ve Sünnet üzere bina edildiğini; gönül huzuru, cömertlik, bol sadaka verme, her türlü zorluğa katlanma, ihvânın sıkıntılarına yardımcı olma gibi davranışların, bu yolun esasları olduğunu söylemiştir. Kādiriyye’nin beş temel kuralı vardır: Himmeti yüceltmek, haramdan sakınmak, hizmeti güzelleştirmek, azmi arttırmak ve nimete saygı göstermek.
Kādiriyye’nin Arap kökenli kollarının aksine, Türkiye’deki kollarında tarîkat sembolizmine büyük önem verilmiştir. Üzerinde tarîkat sembollerinin işlendiği Kādirî tâcının birkaç çeşidi vardır. Bunların en tanınmışı, kubbe kısmı yüksek ve sivri olan ve Bağdat veya Celâlî müjgânlısı isimli taçtır.

Kâdirî mührü ve Kâdirî gülü
Kâdirî tâcının en önemli şiârı olan Kâdirî mührü ve Kâdirî gülünün sembolik anlamı Abdülkâdir Geylânî’ye dayanmaktadır. Rivâyet edilmektedir ki, Geylânî Hazretleri Bağdat’a geldiğinde bir kış günü şehrin evliyâsı su veya süt dolu bir tası kendisine göndererek “Biz bu tasın içerisindeki gibiyiz, bu suyun tası doldurduğu gibi biz de bu şehri kuşatmış durumdayız.” demek isterler. Büyük Pîr kendisine yakışır bir cevapla muhataplarına karşılık verir. Tasın içerisine yeni açmış taze bir gül koyarak getiren elçiyle geri gönderir. Bununla “Siz bu tasın içerisindeki süt/su gibi olabilirsiniz. Ancak ben bu tasın içerisindeki gülüm.” anlamını remzeder. Ardından Bağdat evliyâları, kendisini Şeyhu’ş-Şuyûh/Şeyhler Şeyhi olarak kabul ederler. Bu hadiseden sonra yer yer Kâdirî gülü kullanılmıştır.
Kâdiriyye Tarîkatinde Seyrüsülûk
Kâdiriyye tarîkatinde seyrüsülûk bütün esmâ tariklerinde olduğu gibi Allah’ın yedi isminin (esmâ-i seb‘a) zikredilmesiyle gerçekleştirilir. Lâ ilâhe illallah, Allah, Hû, Hayy, Vâhid, Azîz, Vedûd isimlerine usûl esmâsı; Hak, Kahhâr, Kayyûm, Vehhâb, Müheymin isimlerine fürû esmâsı denir. Usûl isimlerinden her biri nefsin yedi mertebesinden (emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, marziyye, kâmile) birine karşılık olarak belli sayıda zikredilir.Dersler ve virdler, dervişin seyrüsülûku yani tasavvufî eğitimi boyunca her gün belirli vakitlerde kendi başına yapmakla yükümlü olduğu vazifeleridir. Bunlar dervişin mertebesine göre değişiklik arz eder ve dervişin mertebesi yükseldikçe ağırlaşır.
Sâlik ancak mürşidinin gözetiminde bir mertebedeki seyrini tamamlayıp onun izniyle diğer mertebeye geçebilir. İstidat ve kabiliyetine göre bütün mertebeleri aşıp nefs-i kâmile makamına ulaşabilir veya belli bir mertebeyi aşamayıp arada kalabilir.
Kādiriyye mensuplarının vakit namazlarının ardından her vakit için ayrı ayrı okudukları hizbü’l-ibtihâl, hizbü’s-Süryûniyye, fethu’l-beşâir, hizbü’l-fethiyye, hizbü’t-temcîd adlı hiziplerle günlük virdler, Abdülkādir-i Geylânî tarafından tespit edilmiştir. Bunların yanı sıra yine Abdülkādir-i Geylânî’nin tertip ettiği kibrîtü’l-ahmer, salâtü’l-kübrâ, hizbü’n-nasr ile diğer salavat ve hizipler de çeşitli vesilelerle okunmaktadır.

Kâdiriyye Sülûkunda Görülen Uygulamalar
İstigâse, medet talebi; Geylânî Hazretleri’nin ruhaniyetinden ihtiyaç halinde yardım isteğidir.Teveccüh; şeyhin ve dervişin birbirlerine muhabbetle yönelmeleridir.
Murâkabe, bakmak, gözetlemek; Allah’ın gözetimi altında olduğunu kesin şekilde bilme halidir.
Râbıta, mensubiyet, alâka; dervişin, şeyhinin suretini gözünün önüne getirip feyz umması demektir.
Rüya; uyku ya da yakaza halinde görülen birtakım nesne ve olayların seyredilmesi ve mürşide aktarılarak yorumlanmasıdır.
Halvet ve uzlet; Hakk’la olmak için halktan ayrı kalmaya önem vermektir. Uygulama pratiği olarak, bir şeyhin gözetiminde dış dünyadan uzak bir yerde belli bir süre az yiyip içip, kimseyi görmeden geçirilen inziva ile ilâhî tecellileri görmek, keşfe ve marifete hazırlanmaktır.
İlk sûfîlerden itibaren açlık, dervişlerin tasavvufî eğitimlerinde muhakkak kullandıkları bir metottur. Abdülkadir-i Geylânî’ye dair yazılan menkıbelerde de bu motif mevcuttur. Eşrefoğlu Rûmî, az yemek yendiğinde nefsin zayıfladığını, böylece nefsin bedendeki tasarrufunun kesildiğini, aklın hâkimiyetinin başladığını söylemektedir. Eşrefoğlu’na göre açlık, uyanıklıktır; şeriatte karın doyduktan sonra yemek yemek haramdır ama tarîkatte derviş karnı doymadan yemeyi bırakmalıdır. Eğer açlık, ibadete engel olacak dereceye gelmişse bir öğün yemek yiyebilir, fazlası haramdır. Dervişe lazım olan, açlık son raddeye gelmeden yemek yememektir.
Kaynakça:
Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2001 yılında İstanbul’da basılan 24. cildinde, 131-136 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Doktora Tezi; KÂDİRİYYE TARÎKATI: HÂLİSİYYE ŞUBESİ, Mikail DUMLU, s.28
Yüksek Lisans Tezi; KADİRÎLİK’TE ÂDÂB VE MERÂSİMLER (EŞREFİYYERÛMİYYE), ŞEVKET ŞAHİN ÖZEN, 2. 124.