Sülûk
Tasavvuf Eğitimi
Tasavvufî eğitim sürecini ifade eden “sülûk” kelimesi “insanı Hakk’a ulaştıran tavır, amel, ibadet ve davranış tarzları” mânâsında kullanılmıştır. Tasavvuf, “sülûk ilmi” şeklinde tarif edilir. Bu ilmin konusu, insanın Hakk’a erme yeteneğini kazanması için nefsini dünya kirlerinden arındırması, ahlâkını güzelleştirmesi ve nihayetinde nefsini ve rabbini bilmesidir.
Tasavvuf eğitimi alan kimseye “sâlik” denilir. Sülûk, tarîkatlerin teşekkülünden sonra daha çok “Hakk’a ulaşma yolunda belli tasavvufî âdâb ve erkânın uygulanması” anlamını kazanmış ve aynı mânâya gelen “seyr” kelimesiyle birlikte “seyrüsülûk” şeklinde kullanılır olmuştur. Tasavvuf eğitimiyle, kişinin îman açısından yakīn (kesinlik) elde etmesi, amel açısından kulluk görevlerini “ihsan” mertebesinde (Allah’ı görüyormuş gibi) îfâ etmesi hedeflenir.

Hâl-Makam
Tasavvuf eğitimini ifade eden sülûk kavramına bağlı olarak “hâl” ve “makam” kavramları doğmuştur. Kötülüklerden aşama aşama uzaklaşan sâlikin yaşadığı sevinme ve üzülme gibi bir anlık duygusal değişmelere “hâl”, hâlin sürekli ve kalıcı oluşuna “makam” denilir. Makam, düzenli ve disiplinli bir gayret sayesinde hâlin istikrar ve süreklilik kazanmış şeklidir. İlk dönemden itibaren Horasan, Mısır ve Bağdat gibi bölgelerde bazı sûfîlerin tasavvufî hâl ve makamlardan bahsetmesi, İslâm coğrafyasında tasavvuf eğitiminin II. (VIII.) yüzyıldan itibaren başladığını göstermektedir. Makamların sayısıyla ilgili üçten bin bire kadar farklı rakamlar verilmiştir.
Tasavvufî Eğitim (Seyrüsülûk) Prensipleri
Tasavvuf eğitiminin esaslarının değişik sayı ve şekillerde ifade edilmesiyle birlikte, şu on esas (usûl-i aşere) tarîkatler arasında yaygınlık kazanmıştır: Tövbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, zikir, teveccüh, sabır, murâkabe, rıza.
Tövbe
Günahtan dönüp Allah’a yönelme anlamına gelen tövbe, tasavvufî makamların ve menzillerin ilkidir. Tasavvuf hayatına tövbe ile başlanır; samimi bir şekilde tövbe etmeyen müridin mânevî hâlleri sağlam ve güvenilir olmaz. Bu makamdaki zâfiyet ve eksiklik, ondan sonra gelen bütün hâl ve makamları olumsuz yönde etkiler.
Zühd
Dünyaya karşı olumsuz tavır ve davranışların bütününü ifade eden zühd, dünya malına, makama, mevkiye, şan ve şöhrete önem vermeme anlamına gelir. Tasavvuf büyükleri, zühdü; dünyayı elde bulundurmama değil, kalbe sokmama şeklinde yorumlamış, dünyevî ve maddî olan şeyleri elinden değil, gönlünden çıkarma biçiminde tanımlamıştır. Azla yetinme, çokça ibadet etme, âhiret için hayırlı işlere yönelme, zühdün göstergelerindendir.
Tevekkül
Allah’a güvenip dayanma anlamına gelen tevekkül, tasavvufun hâl ve makamlarındandır. Her mümin malından, nefsinden ve halktan ziyade Hakk’a tevekkül etmekle yükümlüdür. Sûfîler Allah’a tevekkülle sebeplere sarılma, tedbir alma arasında zıt bir durumun olmadığını, aksine tevekkülün çalışma ve iş hayatını daha verimli ve bereketli hâle getirdiğini söyler. Kul her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğu kanaatini taşıdığı sürece, kalpteki tevekkül hâli, beden ve organlarla faaliyette bulunmaya aykırı düşmez.
Kanaat
Elindekine râzı olma, azla yetinme anlamına gelen kanaat, tasavvufta ruhî bir erdem olarak kabul edilir; üzüntü ve mutsuzluğun başlıca sebeplerinden birinin de kanaatsizlik olduğu vurgulanır. Bu duygu “gerektiğinde azla yetinmeyi bilmek, mal hırsına kapılarak meşruiyet dışında kazanç aramaktan ve başkasının elindekine göz dikmekten sakınmak” şeklinde olup kişinin meşruiyet çerçevesinde fazla kazanç elde etmesine engel değildir. Nitekim kanaat sahiplerinin zengin olmaları da mümkündür; bu durumda olanların cömertlik göstererek imkânlarını başkalarıyla paylaşmaları beklenir.
Uzlet
Belirli bir ruhsal olgunluğa ulaşmak amacıyla dünya hayatından ve sosyal çevreden uzaklaşarak arzuları sınırlamaya çalışma, münzevi bir yaşam sürme anlamına gelen uzletin tasavvuf eğitimindeki hedefi, nefsi terbiye ve ıslah edip Hak Teâlâ’nın yakınlığını kazanmaktır. Bu niteliği taşımayan uzlet ve halvet hayatına itibar edilmez. Allah’a ait yalnız ve tek olma (ahad-vitr) sıfatının tecellîsine mazhar olanlar, halk içinde iken de daima uzlette ve halvette bulunurlar.
Zikir
Allah’ı anmak ve unutmamak suretiyle gafletten kurtuluş anlamında kullanılan zikir; tasavvuf eğitiminde kulun rabbine yaklaşmasını sağlayan en büyük ibadet, nefsi terbiye için uygulanan riyâzetin en önemli esası olarak kabul edilir. Nefislerin mânevî hastalıklardan nasıl kurtulacağını bilen şeyhler, müridlerin durumuna göre onlara en uygun zikri telkin ederek Hakk’a ulaşmalarına vesile olurlar. Sûfîlere göre zikirden maksat Allah’ın zâtı, sıfatları, isimleri, ihsanının bolluğu, takdirinin geçerliliği gibi hususlarda kalbin uyanıklığını sağlamak, Allah’ı kalpte hazır tutmak ve O’nu görüyormuş gibi murâkabe etmektir.
Teveccüh
Bu kavram şeyhin irşad için müridine mânen yönelmesi, müridin de şeyhinden istifade için gönlünü ona bağlaması anlamında kullanılsa da burada kastedilen, “teveccüh” sonucu elde edilen nihâî durumdur. Buna göre teveccüh müridin her şeyden uzaklaşıp bütün benliğiyle Allah’a yönelmesi durumudur. Bu hal içinde olan sûfîye bütün nebî ve peygamberlerin makamları arz edilse bir an için bile Allah’tan yüz çevirip onlara iltifat etmez.
Sabır
Sıkıntı ve belâlar karşısında direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için metanetli olma anlamında kullanılan bir kavramdır. Tasavvuf eğitiminde sabır, nefsin temizlenmesi ve şehvetlerin sönmesi için alıştığı ve sevdiği şeylerden uzak durmak, kalbin saflaşması ve ruhun cilalanması için dosdoğru yolda sebat etmektir. Sabrın değişik derecelerinden söz edilir; fazilet bakımından en alt derecesi, içinde bulunduğu güç durumdan memnun olmasa da şikâyet etmemek, bundan daha faziletlisi içinde bulunduğu duruma razı olmak, ondan da faziletlisi belâya şükretmektir. Nefsânî arzuların tam olarak baskı altına alındığı sabrın en yüksek derecesine aynı zamanda rızâ denilmektedir.
Murâkabe
Kulun sürekli biçimde Allah Teâlâ’nın gözetimi altında bulunduğunun şuur ve idrakinde olması anlamında kullanılır. Murâkabe hâli Allah hakkındaki derin bilgi (mârifet) ve îmandaki kesinlik (yakîn) ile meydana gelir. Tasavvuf yolunda olan kişi hem rabbini hem kalbini murakabeyle yükümlüdür. Bir yandan Allah tarafından sürekli gözetlendiğini hatırında tutar, öte yandan nefsin ve şeytanın kendisini günaha sokmak için fırsat kolladığını düşünerek uyanık olur. Murâkabenin hakikatine eren sûfî, her an rabbini düşündüğünden, yaratılanı görmeyi unutur.