Vücûd
Tasavvufta Varlık/Tevhid Anlayışı
Varlık konusunda tasavvuf ehlinin çoğunlukla “vahdet-i vücûd” görüşünü, bir kısım sûfîlerin ise “vahdet-i şühûd” anlayışını benimsediği bilinmektedir. “Varlığı bir bilme; Allah ve O’nun tecellîlerinden başka varlık olmadığını idrak etme” şeklinde ifâde edilebilecek olan vahdet-i vücûd görüşü, ilk defa kapsamlı olarak Muhyiddin İbnü’l-Arabî tarafından ortaya konmuştur. Özellikle İmâm-ı Rabbânî’nin üzerinde durduğu vahdet-i şuhûd ise “Tasavvuf eğitiminin bir aşamasında her şeyi Allah ve O’nun tecellîleri olarak görme, O’ndan başkasını görememe hâli” diye ifâde edilmektedir. Bu hâl geçtikten sonra sâlik Hak ile halkı iki ayrı varlık olarak görür.

Vahdet-i Vücûd
Tasavvufta vahdet-i vücûd anlayışını VII. (XIII.) yüzyılın ilk yarısında kapsamlı bir şekilde ortaya koyan Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin etkisi, günümüze kadar kesintisiz biçimde sürmüştür. Başta İmam Gazzâlî olmak üzere önceki birçok sûfî tarafından benimsendiği anlaşılan vahdet-i vücûd görüşü, İbnü’l-Arabî’nin ardından talebeleri ve takipçileri tarafından sistematik hâle getirilmiş, özellikle Fuṣûṣü’l-ḥikem adlı eserleri vasıtasıyla sonraki nesillere aktarılmıştır. “Şeyhü’l-ekber” unvanı sebebiyle onun görüşleri çerçevesinde oluşan mektebe “Ekberiyye” denilmiştir. İbnü’l-Arabî’nin görüşleri ayrıca Şiî İran medreselerini de etkilemiştir.Örnekler:
Vahdet-i vücud anlayışı “Varlık tektir, o da Allah’ın varlığıdır.” şeklinde bir önerme ile ifade edilir. Bu durumda yaratıcı ile yaratıkların varlık ilişkisini doğru konumlandırmak gerekir. Bunun için tasavvuf ehli, bazı misaller vermişlerdir. Bir tanesi “Güneş ve ışınları” örneğidir. Bu örnekte “tek varlık” Güneş’tir. Işınlar ise ondan gelen, o olmasa olamayan, araya bulut girince kaybolan şeylerdir. Dolayısıyla yok hükmündedir. Diğer taraftan Allah’ın birliği yanında bu çokluk âleminin ortaya çıkışını ifade için “tohum ve ağaç” örneği verilir. Dalları, yaprakları, meyveleriyle ortaya çıkan ağacın aslı tektir; tohumdur. Ağaç ondan çıkmıştır; oluşu ona bağlıdır, o olmasa olamayacaktır, her an kuruyup yok olabilecek durumdadır. Dolayısıyla geçici olarak ortaya çıkan bu çokluğun ve çeşitliliğin aslı tektir.

İşrak
Keşf yoluyla bilgiye ulaşıp aydınlanmayı ifade eden “işrak” kavramı, tasavvuf tarihinde Şehâbeddin Sühreverdî el-Maktul (ö. 587/1191) tarafından Ḥikmetü’l-işrâḳ’ta etraflıca ele alınmıştır. Bu hususta ona İmam Gazzâlî’nin ilham kaynağı olduğu belirtilir. Gazzâlî “Allah göklerin ve yerin nurudur.” âyeti (en-Nûr 24/35) ve bazı hadislerle önceki sûfîlerin sözleri çerçevesinde, varlığı “nur” ağırlıklı bir anlayış temeline dayandırmış ve Mişkâtü’l-envâr adlı eserini bunu açıklamak üzere yazmıştır. Ona göre Allah en yüce ve hakîkî bir nurdur, ruhanî, cismanî, mânevî-maddî bütün varlıklar o nurun yansımalarıdır. Bu anlayış önde gelen birçok âlim sûfî tarafından da benimsemiştir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin tasavvuf anlayışı geniş ölçüde İşrâkîliği de içermektedir.